'Türkiye’nin Kristal Gecesi ve ''Can Kırıkları'': 6–7 Eylül Pogromları
Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgahlanan 6-7 Eylül
olayları, artık sa dece
büyük şehirlerde kalmış olan Helen, Ermeni ve Yahudi toplumlarını
ekonomik ve sosyal hayattan son bir hamle ile daha tasfiye etme
girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan
Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in kadim
halklarından kurtulma için bir fırsat olarak kullandı. Dönemin DP
hükümeti olayları “Komünist tahriki” diye sunarak dış tepkileri önlemeye
çalıştığı gibi ve sosyalistlere karşı yeni tutuklama kampanyaları için
bahane olarak kullanmıştı. 1960 darbesinden sonra da bu kez 27
Mayısçılar DP Hükümetinin yargılanmasında 6/7 Eylül’ü kullandılar.
Böylece bizzat devletin örgütlediği bu suç kendi iç çatışmaları için
yararlanılacak bir malzeme olarak bile işlerine yaradı!..
Saldırılar,
Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir bomba atıldığı
haberinin “İstanbul Ekspres” adlı akşam gazetesinde duyurulmasıyla
“start” almış oldu. İstanbul Ekspres, MİT mensubu Mithat Perin’ın
çıkardığı DP yanlısı bir gazeteydi.
Beyoğlu İstiklâl caddesinde Türk bayrağı asarak önlem almış olanların
dışında ve daha önce tertipçiler tarafından işaretlenmiş tüm dükkanlar
yerle bir edilmişti. Örgütlendirilmiş ve kışkırtılmış çapulcu
kalabalıklar tarafından Taksim, Arnavutköy, Ortaköy, Karaköy, Eminönü,
Sirkeci, Gedikpaşa, Çarşıkapı, Kumkapı ve Bakırköy de aralarında olmak
üzere 52 yerde birden aynı anda çıkarılan yangınlarla tarihi, ulusal,
kültürel ve sanat varlıkları bir gecede yakılıp kül edildi; yıkıldı,
yağmalandı. İstiklal caddesi baştan ayağı tek bir dükkan kalmamacasına
yağmalanmıştı. Yollar boydan boya kırılıp dökülmüş, p arça parça edilmiş
eşyalarla doluydu. Ellerine kazma, kürek, balyoz ne bulmuşsa kırılıp
dökülecek Rum, Ermeni evi, işyeri arayan grupları şehrin dört bir
yanında sabaha kadar terör estirdi. Tünel’deki Embros, Apoyevmatini,
Tahidromos gibi Rumca yayın yapan gazetelerin idarehaneleri; Patrik’in
Tarabya’daki evi ateşe verildi. Rum ve Ermeni hastanelerine bile
saldırılarak yangınlar çıkarılmış, gayri Müslim mezarlıkları açılarak
cesetler sokaklarda sürünür olmuştu.
Milli Eğitim Bakanlığının resmi verilerine göre, İstanbul’da ilk, orta
ve lise derecesinde 32 Rum ve 8 Ermeni okulu tahrip edilmişti.
İstanbul’da 74 kilise vardı. 70’i aynı zamanda yakılıp yıkılmıştı.
Kiliseler dışında bir Havra, 8 Ayazma, 2 Manastır, 3 bin 584’ü Rumlara
diğeri Ermeni ve Musevilere ait 5 bin 538 gayrimenkul tamamen yakıldı.
İzmir’de Yunan konsolosluğu ile Fuardaki Yunan pavyonu ve Yunan kilisesi
tamamen yakıldı, sahildeki iki Rum motoru batırıldı.
Ankara’da ve diğer bazı taşra kentlerinde ise her nasılsa kalmış olan
Rum ve Ermenilerin kilise ve işyerleri de bu kıyımdan nasiplerini
aldılar. Asıl büyük yıkımın yaşandığı İstanbul ise tarihinin en büyük
toplumsal felaketlerinden birini yaşamaktaydı.
15
Ekim 1955 tarihi itibariyle 4 bin 333 kişinin toplam 69 milyon 578 bin
744 TL zarar gördüğü beyan edilmişti. Oysa bu rakamın gerçeğin çok küçük
bir kısmı olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Bir tek kilisede bile tahrip
edilip yağmalanan antika sanat eserlerinin değeri bile bu kadar edebilir.
Gazeteci Haşim Akman’ın dediği gibi “Tahrip edilen malların değeri
gerçekten de inanılmaz boyutlardaydı. Ama İstanbul’un 500 yıllık çok
kültürlü yapısına düşen bomba, hiç bir şeyle kıyaslanamayacak ölçüdeydi.”
O sıralarda DP İstanbul milletvekili olan Aleksandros Haçopulos, TBMM’de
yaptığı konuşmada Polisin tahrip ve yağma yapanları koruduğuna ,
örnekler verirken Büyük Ada’ya polisin gözleri önünde kayıklarla gelen
200-300 civarında kişinin Rum ev ve işyerlerini tahrip ettikten sonra
yine polisin gözleri önünde elleri kollarını sallayarak Adayı terk
ettiklerini belirtmektedir
Fener Patrikhanesi Saint Sinod Meclisini adına Başbakan Adnan Menderes’e
15 Eylül 1955 günü bir mektup gönderen Ortodoks Rum Patriği Athenegoras
olayları şöyle anlatmaktadır:
“Muayyen bir program ve plan mucibince teşkilatlandırılmış bir sevk ve
idare tahtında hazırlanmış bulunan halk kitleleri şehrin muhtelif
noktalarında gece vakti ve aynı zamanda ve bir emirle hareket ederek
emirlerine amade her türlü vesaiti nakliye ve her türlü tahrip edici
alet ile, asayişi muhafazaya memur olanların gözleri önünde, dehşet
verici savletle ırkımıza karşı tecavüze girmişlerdir. Asırların emaneti,
insaniyetin malı ve bütün memleketimizin medârı iftiharı olan
medeniyetin eserleri tahrip edilmiştir. Adedi 80’i bulan kilise ve
ibadethanelerimizin 70’i müthiş tahribata mâruz kalmış, kısmı âzamı
ateşe verilmiştir. Mukaddes kilise eşyası ve evâni tahrip edilmiştir.
Kıymeti biçilmez tarihi sanat eserlerimiz tahrip edilmiştir.
İbadethanemizin mukaddesatı utandırıcı bir şekilde kirletilmiş, talan ve
yağma edilmiştir. İstimzar ve yağma her tarafta sürdürülmüştür.
Patrikhanelerdekiler de dahil olmak üzere ölülerin mezarları açılmış,
henüz defnedilen ölüler parçalanmıştır. Ölülerin kemikleri
istirahatgahlarından çıkarılarak etrafa atılmış ve ateşe verilmiştir.
Her tarafta ruhaniler aranmış, bulunanlara işkence edilmiş, ölümle
tehdit olunmuş, hatta bir tanesinin canına kıyılmıştır.”
Çok sonraları resmi kayıtlarda 3 ölü 30’da yaralı olduğu açıklandı.
Basın üzerindeki resmi ve gayr ı resmi sansür, mezarların açılıp ölülerin
bile caddelerde sürüklendiği bu olaylarda gerçek insan kaybının
verilmediğini gösteriyor Buna rağmen birçok gazete “bazı küstahların
linç edildiğini” yazmaktaydılar.
Nitekim Yelda; İstanbul İHD Şubesinin “Utandıran Tarih” isimli fotoğraf
sergisinin açılış kokteylinde gazeteci Hıfzı Topuz’un o yıllardaki
sansürü anlatırken; “6-7 Eylül tahribatı ile ilgili resim yayınlamak
yasaktır; Zarar görenlerin istekleri, talepleri şeklinde haber yazılamaz;
Beşiktaş’ta çuval içinde üç yanan insan bulunmuştur, bunun haberinin
yapılması yasaktır; vb” gibi yasaklamalarla karşılaşmış olduklarını
yazmaktadır.
6-7 Eylül olaylarındaki gözle görülür ilke, tüm görgü tanıklarının da
belirttikleri üzere polislerin ve saldırganların “Cana bir şey
gelmeyecek, yalnızca kırılıp dökülecek” demeleridir. Bu da hedefin ve
yöntemin dikkatlice seçildiğini göstermektedir.
“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının Türk devletinin tertiplediği
bir provokasyon olduğu Yunan makamlarınca o günlerde ortaya çıkarılmıştı.
Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi’nde burslu öğrenci olarak
okuyan ve bir Türk ajanı olan Oktay Engin’in ve Selanik Başkonsolosluğu
Kavası Hasan Uçar yakalanmışlardı. Konsolosluk yetkilileri
dokunulmazlıkları olduğu için yargılanamazken, Uçar ve Engin süre
tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildiler.15.6.1956 tarihinde tahliye
olan Engin Türkiye’ye kaçarak Yunan tabiiyetinde olmasına rağmen
Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlığa alınmış kendisine pek çok olanak
sağlanarak korunmuştu. Engin ve Uçar, gıyaplarında Yunan Mahkemelerince
iki-üç yıllık cezalar almışlardı.
1960 Darbesinden sonra yapılan “Yassıada Duruşmaları”nda olay devletin
resmi makamlarınca da doğrulanmıştır. 6-7 Eylül olaylarının başlamasına
“bahane” olarak kullanılan, Selanik’te “Atatürk’ün Evinin bombalanması
işinin Selanik Başkonsolosu M. Ali Balin, Yardımcısı M. Ali Tetikalp
tarafından Dışişleri Bakanlığının da bilgisi içinde örgütlendiği; kavas
Hasan Uçar ile Oktay Engin’in eylemi birlikte gerçekleştirdikleri;
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı
F.Rüştü Zorlu, İçişleri Bakanı Namık Gedik''in 6-7 Eylül olaylarını
yaratmak amacıyla bu tertibin içinde oldukları iddiası ile 11 kişi
hakkında dava açılmıştır.
Bomba provokasyonunun sadece hükümetin işi olmayıp devlete ait olduğunun
maddi kanıtlarından biri de, yaptığı işe “kahramanlık” olarak sahiplenen
bombacı Oktay Engin daha sonra devlet kademelerinde hızla ilerleyerek
Valilik, Enmniyet Müdürlüğü ve İstihbarat kademelerinde kariyerini
yükseltmesidir!...
Özel Harpçi generallerden Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci
Fethi Güllapoğlu’na verdiği bir ropörtajda hem Kıbrıs’ı işgal
hazırlıklarının hem de 6-7 Eylül olaylarının Özel Harp Dairesinin
başarılı eylemleri olarak övünerek anlatmıştır.
Generalin 6-7 Eylül olaylarını 1974’de Kıbrıs’ın İşgali hazırlıkları
anlatırken hatırlaması rastlantı değildir. Çünkü 6-7 Eylül olayları ile
“Kıbrıs Sorunu” arasında görülenin dışında çok daha yakın bir bağlantı
vardır. General Yirmibeşoğlu’nun bahsettiği “Özal Harp Dairesi”nin
Kıbrıs’taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955’e dayanır. Kıbrıs
Türkleri içinde “Volkan”, “9 Eylül” gibi kontrgerilla örgütleri bu
tarihlerde örgütlenmiş, 1958 yılında ise bizzat Türk Generallerinin
örgütlediği “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı” adıyla
merkezileştirilmişlerdi. 1974 işgaline kadar geçen süre içindeki “Özel
Harp dairesi”nin çalışmaları bu kanaldan yürümüştür.
Varlık Vergisi’yle birlikte ekonomik etkinliklerinin büyük kısmı Türk
burjuvazisi tarafından ele geçirilen gayrimüslimler; 6/7 Eylül’le
birlikte yalnız ekonomik yaşamdan değil, sosyal ve kültürel yaşamdan da
tamamen tasfiye edilmişlerdir.1950’li yıllarda 800 veya 1 milyon
civarında olan Rum ve Ermeni nüfusu, bu korku ve terör ortamı nedeniyle
yaşanan göçler nedeniyle bugün 1650 kişiye kadar düşmüş durumdadır.
General Yirmibeşoğlu’nun “amacına da ulaştı” dediği şey bunlardır.
6-7 Eylül olayları, 1915 soykırımının “etnik arındırma”, “yerli halkları
sosyal ve ekonomik hayattan tasfiye etme” biçimindeki çizgisinin bir
devamıdır. 1943’deki Varlık Vergisi nasıl bir ekonomik tasfiye
uygulamasıydı ise ve gayri Müslimlerin bütün ekonomik varlıklarına el
koyulmuştu ise, nasıl yine aynı tarihlerdeki “Çalışma Kampları” Nazi
Almanyası’nın kaderine de bağlı olarak planlanan fiili bir yok etme
hazırlığı idiyse,; 1955, 6-7 Eylül tahribatı ise, hem çok kültürlülüğe
vurulmuş son darbe hem de Rum ve Ermeniliği artık büyük şehirlerde de
ortadan kaldırma girişimiydi. Daha sonraki uygulamalarda 1915’da uç
noktaya çıkmış olan Anadolu’yu yerli halklardan arındırarak
“Türkleştirme” tek ulusa dayalı, homojen bir ulus devlet kurma
siyasetinin şaşmaz devamı niteliğindedir.
Bu nedenle yapılanları birbirleriyle bağlantısız görmek, koşullara göre
aniden oluşmuş kendiliğinden olaylar gibi değerlendirmek, arkasındaki
uzun yıllara dayanmış devlet siyasetini görmemek büyük bir yanılgı olur.
Bugün aradan 50 yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra 6-7 Eylül üzerine
geleneksel soykırım inkarcılığından farklı olarak, genel olarak
“utanılacak bir olgu” olarak bakılmaktadır. Ne var ki devlet, “6-7 Eylül”
için utanılacak yerde sonraki yıllarda da etnik arındırmayı sürdüren
birçok karar aldı. Hrant Dink, Trabzon ve Malatya cinayetlerinin
uzantıları devletin içinde bulundu. Kürt halkına dönük olarak her gün
yeni bir linç kışkırtması yaşanıyor. Bütün bunlar devletin bu “utancı”
hiç de paylaşmadığını gösteriyor.
Türkiye’nin soykırım inkârcılarına, pogrom kışkırtıcı çetelere değil;
vicdanı temiz, topluma gerçekleri anlatacak ve mağdur halklardan özür
dileyecek kadar cesur politikacılara ihtiyacı var!
Frankfurt, 6-7 Eylül 2008
Soykırım Karşıtları Derneği (SKD); Kontakt : Ali Ertem
Tel.: 0049/69/5970813; E-Mail: skd@gmx.net
Verein der Völkermordgegner e.V. Frankfurt / Main
|
Me di vê belavokê de
çareserîya pirsa kurd û Kurdîstanê danîye ber çavan. Em bang û gazî li
kes, sazî, rêxistin, rewşenbîr, tezgeh û tendensên sîyasî, demokrat û
humanîst dikin ko piştgirîya banga me bikin.
Berdewam>>>
|