Ana Sayfa -----
Home
“Türkiye’nin Kristal Gecesi” ve “Can Kırıkları” : 6 – 7 Eylül
Pogromları
Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak tezgahlanan 6-7
Eylül olayları, artık sadece büyük şehirlerde kalmış olan Helen,
Ermeni ve Yahudi toplumlarını ekonomik ve sosyal hayattan son
bir hamle ile daha tasfiye etme girişimiydi. Devlet, bu
politikasını hem o günlerde sürdürülmekte olan Kıbrıs
görüşmelerinde bir şantaj, hem de İstanbul ve İzmir’in kadim
halklarından kurtulma için bir fırsat olarak kullandı. Dönemin
DP hükümeti olayları “Komünist tahriki” diye sunarak dış
tepkileri önlemeye çalıştığı gibi ve sosyalistlere karşı yeni
tutuklama kampanyaları için bahane olarak kullanmıştı. 1960
darbesinden sonra da bu kez 27 Mayısçılar DP Hükümetinin
yargılanmasında 6/7 Eylül’ü kullandılar. Böylece bizzat devletin
örgütlediği bu suç kendi iç çatışmaları için yararlanılacak bir
malzeme olarak bile işlerine yaradı!..
Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve Yunanlılarca bir
bomba atıldığı haberinin “İstanbul Ekspres” adlı akşam
gazetesinde duyurulmasıyla “start” almış oldu. İstanbul Ekspres,
MİT mensubu Mithat Perin’ın çıkardığı DP yanlısı bir gazeteydi.
Beyoğlu İstiklâl caddesinde Türk bayrağı asarak önlem almış
olanların dışında ve daha önce tertipçiler tarafından
işaretlenmiş tüm dükkanlar yerle bir edilmişti. Örgütlendirilmiş
ve kışkırtılmış çapulcu kalabalıklar tarafından Taksim,
Arnavutköy, Ortaköy, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Gedikpaşa,
Çarşıkapı, Kumkapı ve Bakırköy de aralarında olmak üzere 52
yerde birden aynı anda çıkarılan yangınlarla tarihi, ulusal,
kültürel ve sanat varlıkları bir gecede yakılıp kül edildi;
yıkıldı, yağmalandı. İstiklal caddesi baştan ayağı tek bir
dükkan kalmamacasına yağmalanmıştı. Yollar boydan boya kırılıp
dökülmüş, parça parça edilmiş eşyalarla doluydu. Ellerine kazma,
kürek, balyoz ne bulmuşsa kırılıp dökülecek Rum, Ermeni evi,
işyeri arayan grupları şehrin dört bir yanında sabaha kadar
terör estirdi. Tünel’deki Embros, Apoyevmatini, Tahidromos gibi
Rumca yayın yapan gazetelerin idarehaneleri; Patrik’in
Tarabya’daki evi ateşe verildi. Rum ve Ermeni hastanelerine bile
saldırılarak yangınlar çıkarılmış, gayri Müslim mezarlıkları
açılarak cesetler sokaklarda sürünür olmuştu.
Milli Eğitim Bakanlığının resmi verilerine göre, İstanbul’da ilk,
orta ve lise derecesinde 32 Rum ve 8 Ermeni okulu tahrip
edilmişti. İstanbul’da 74 kilise vardı. 70’i aynı zamanda
yakılıp yıkılmıştı. Kiliseler dışında bir Havra, 8 Ayazma, 2
Manastır, 3 bin 584’ü Rumlara diğeri Ermeni ve Musevilere ait 5
bin 538 gayrimenkul tamamen yakıldı.
İzmir’de Yunan konsolosluğu ile Fuardaki Yunan pavyonu ve Yunan
kilisesi tamamen yakıldı, sahildeki iki Rum motoru batırıldı.
Ankara’da ve diğer bazı taşra kentlerinde ise her nasılsa kalmış
olan Rum ve Ermenilerin kilise ve işyerleri de bu kıyımdan
nasiplerini aldılar. Asıl büyük yıkımın yaşandığı İstanbul ise
tarihinin en büyük toplumsal felaketlerinden birini yaşamaktaydı.
15 Ekim 1955 tarihi itibariyle 4 bin 333 kişinin toplam 69
milyon 578 bin 744 TL zarar gördüğü beyan edilmişti. Oysa bu
rakamın gerçeğin çok küçük bir kısmı olduğu kolaylıkla
anlaşılabilir. Bir tek kilisede bile tahrip edilip yağmalanan
antika sanat eserlerinin değeri bile bu kadar edebilir. Gazeteci
Haşim Akman’ın dediği gibi “Tahrip edilen malların değeri
gerçekten de inanılmaz boyutlardaydı. Ama İstanbul’un 500 yıllık
çok kültürlü yapısına düşen bomba, hiç bir şeyle
kıyaslanamayacak ölçüdeydi.”
O sıralarda DP İstanbul milletvekili olan Aleksandros Haçopulos,
TBMM’de yaptığı konuşmada Polisin tahrip ve yağma yapanları
koruduğuna , örnekler verirken Büyük Ada’ya polisin gözleri
önünde kayıklarla gelen 200-300 civarında kişinin Rum ev ve
işyerlerini tahrip ettikten sonra yine polisin gözleri önünde
elleri kollarını sallayarak Adayı terk ettiklerini
belirtmektedir
Fener Patrikhanesi Saint Sinod Meclisini adına Başbakan Adnan
Menderes’e 15 Eylül 1955 günü bir mektup gönderen Ortodoks Rum
Patriği Athenegoras olayları şöyle anlatmaktadır;
“Muayyen bir program ve plan mucibince teşkilatlandırılmış bir
sevk ve idare tahtında hazırlanmış bulunan halk kitleleri şehrin
muhtelif noktalarında gece vakti ve aynı zamanda ve bir emirle
hareket ederek emirlerine amade her türlü vesaiti nakliye ve her
türlü tahrip edici alet ile, asayişi muhafazaya memur olanların
gözleri önünde, dehşet verici savletle ırkımıza karşı tecavüze
girmişlerdir. Asırların emaneti, insaniyetin malı ve bütün
memleketimizin medârı iftiharı olan medeniyetin eserleri tahrip
edilmiştir. Adedi 80’i bulan kilise ve ibadethanelerimizin 70’i
müthiş tahribata mâruz kalmış, kısmı âzamı ateşe verilmiştir.
Mukaddes kilise eşyası ve evâni tahrip edilmiştir. Kıymeti
biçilmez tarihi sanat eserlerimiz tahrip edilmiştir.
İbadethanemizin mukaddesatı utandırıcı bir şekilde kirletilmiş,
talan ve yağma edilmiştir. İstimzar ve yağma her tarafta
sürdürülmüştür. Patrikhanelerdekiler de dahil olmak üzere
ölülerin mezarları açılmış, henüz defnedilen ölüler
parçalanmıştır. Ölülerin kemikleri istirahatgahlarından
çıkarılarak etrafa atılmış ve ateşe verilmiştir. Her tarafta
ruhaniler aranmış, bulunanlara işkence edilmiş, ölümle tehdit
olunmuş, hatta bir tanesinin canına kıyılmıştır.”
Çok sonraları resmi kayıtlarda 3 ölü 30’da yaralı olduğu
açıklandı. Basın üzerindeki resmi ve gayrı resmi sansür,
mezarların açılıp ölülerin bile caddelerde sürüklendiği bu
olaylarda gerçek insan kaybının verilmediğini gösteriyor Buna
rağmen birçok gazete “bazı küstahların linç edildiğini”
yazmaktaydılar.
Nitekim Yelda; İstanbul İHD Şubesinin “Utandıran Tarih” isimli
fotoğraf sergisinin açılış kokteylinde gazeteci Hıfzı Topuz’un o
yıllardaki sansürü anlatırken; “6-7 Eylül tahribatı ile ilgili
resim yayınlamak yasaktır; Zarar görenlerin istekleri, talepleri
şeklinde haber yazılamaz; Beşiktaş’ta çuval içinde üç yanan
insan bulunmuştur, bunun haberinin yapılması yasaktır; vb” gibi
yasaklamalarla karşılaşmış olduklarını yazmaktadır.
6-7 Eylül olaylarındaki gözle görülür ilke, tüm görgü
tanıklarının da belirttikleri üzere polislerin ve saldırganların
“Cana bir şey gelmeyecek, yalnızca kırılıp dökülecek”
demeleridir. Bu da hedefin ve yöntemin dikkatlice seçildiğini
göstermektedir.
“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının Türk devletinin
tertiplediği bir provokasyon olduğu Yunan makamlarınca o
günlerde ortaya çıkarılmıştı. Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk
Fakültesi’nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir Türk ajanı
olan Oktay Engin’in ve Selanik Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar
yakalanmışlardı. Konsolosluk yetkilileri dokunulmazlıkları
olduğu için yargılanamazken, Uçar ve Engin süre tutuklu
kaldıktan sonra tahliye edildiler.15.6.1956 tarihinde tahliye
olan Engin Türkiye’ye kaçarak Yunan tabiiyetinde olmasına rağmen
Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlığa alınmış kendisine pek
çok olanak sağlanarak korunmuştu. Engin ve Uçar, gıyaplarında
Yunan Mahkemelerince iki-üç yıllık cezalar almışlardı.
1960 Darbesinden sonra yapılan “Yassıada Duruşmaları”nda olay
devletin resmi makamlarınca da doğrulanmıştır. 6-7 Eylül
olaylarının başlamasına “bahane” olarak kullanılan, Selanik’te
“Atatürk’ün Evinin bombalanması işinin Selanik Başkonsolosu M.
Ali Balin, Yardımcısı M. Ali Tetikalp tarafından Dışişleri
Bakanlığının da bilgisi içinde örgütlendiği; kavas Hasan Uçar
ile Oktay Engin’in eylemi birlikte gerçekleştirdikleri;
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri
Bakanı F.Rüştü Zorlu, İçişleri Bakanı Namık Gedik''in 6-7 Eylül
olaylarını yaratmak amacıyla bu tertibin içinde oldukları
iddiası ile 11 kişi hakkında dava açılmıştır.
Bomba provokasyonunun sadece hükümetin işi olmayıp devlete ait
olduğunun maddi kanıtlarından biri de, yaptığı işe “kahramanlık”
olarak sahiplenen bombacı Oktay Engin daha sonra devlet
kademelerinde hızla ilerleyerek Valilik, Enmniyet Müdürlüğü ve
İstihbarat kademelerinde kariyerini yükseltmesidir!...
Özel Harpçi generallerden Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu,
gazeteci Fethi Güllapoğlu’na verdiği bir ropörtajda hem Kıbrıs’ı
işgal hazırlıklarının hem de 6-7 Eylül olaylarının Özel Harp
Dairesinin başarılı eylemleri olarak övünerek anlatmıştır.
Generalin 6-7 Eylül olaylarını 1974’de Kıbrıs’ın İşgali
hazırlıkları anlatırken hatırlaması rastlantı değildir. Çünkü
6-7 Eylül olayları ile “Kıbrıs Sorunu” arasında görülenin
dışında çok daha yakın bir bağlantı vardır. General
Yirmibeşoğlu’nun bahsettiği “Özal Harp Dairesi”nin Kıbrıs’taki
örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de 1955’e dayanır. Kıbrıs
Türkleri içinde “Volkan”, “9 Eylül” gibi kontrgerilla örgütleri
bu tarihlerde örgütlenmiş, 1958 yılında ise bizzat Türk
Generallerinin örgütlediği “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı”
adıyla merkezileştirilmişlerdi. 1974 işgaline kadar geçen süre
içindeki “Özel Harp dairesi”nin çalışmaları bu kanaldan
yürümüştür.
Varlık Vergisi’yle birlikte ekonomik etkinliklerinin büyük kısmı
Türk burjuvazisi tarafından ele geçirilen gayrimüslimler; 6/7
Eylül’le birlikte yalnız ekonomik yaşamdan değil, sosyal ve
kültürel yaşamdan da tamamen tasfiye edilmişlerdir.1950’li
yıllarda 800 veya 1 milyon civarında olan Rum ve Ermeni nüfusu,
bu korku ve terör ortamı nedeniyle yaşanan göçler nedeniyle
bugün 1650 kişiye kadar düşmüş durumdadır. General
Yirmibeşoğlu’nun “amacına da ulaştı” dediği şey bunlardır.
6-7 Eylül olayları, 1915 soykırımının “etnik arındırma”, “yerli
halkları sosyal ve ekonomik hayattan tasfiye etme” biçimindeki
çizgisinin bir devamıdır. 1943’deki Varlık Vergisi nasıl bir
ekonomik tasfiye uygulamasıydı ise ve gayri Müslimlerin bütün
ekonomik varlıklarına el koyulmuştu ise, nasıl yine aynı
tarihlerdeki “Çalışma Kampları” Nazi Almanyası’nın kaderine de
bağlı olarak planlanan fiili bir yok etme hazırlığı idiyse,;
1955, 6-7 Eylül tahribatı ise, hem çok kültürlülüğe vurulmuş son
darbe hem de Rum ve Ermeniliği artık büyük şehirlerde de ortadan
kaldırma girişimiydi. Daha sonraki uygulamalarda 1915’da uç
noktaya çıkmış olan Anadolu’yu yerli halklardan arındırarak
“Türkleştirme” tek ulusa dayalı, homojen bir ulus devlet kurma
siyasetinin şaşmaz devamı niteliğindedir.
Bu nedenle yapılanları birbirleriyle bağlantısız görmek,
koşullara göre aniden oluşmuş kendiliğinden olaylar gibi
değerlendirmek, arkasındaki uzun yıllara dayanmış devlet
siyasetini görmemek büyük bir yanılgı olur.
Bugün aradan 50 yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra 6-7 Eylül
üzerine geleneksel soykırım inkarcılığından farklı olarak, genel
olarak “utanılacak bir olgu” olarak bakılmaktadır. Ne var ki
devlet, “6-7 Eylül” için utanılacak yerde sonraki yıllarda da
etnik arındırmayı sürdüren birçok karar aldı. Hrant Dink,
Trabzon ve Malatya cinayetlerinin uzantıları devletin içinde
bulundu. Kürt halkına dönük olarak her gün yeni bir linç
kışkırtması yaşanıyor. Bütün bunlar devletin bu “utancı” hiç de
paylaşmadığını gösteriyor.
Türkiye’nin soykırım inkârcılarına, pogrom kışkırtıcı çetelere
değil; vicdanı temiz, topluma gerçekleri anlatacak ve mağdur
halklardan özür dileyecek kadar cesur politikacılara ihtiyacı
var!
Verein der Völkermordgegner e.V.
Frankfurt / Main
Soykırım Karşıtları Derneği (SKD); Kontakt : Ali Ertem Tel.:
Türk toplumunun alnına sürülmüş kara bir leke:
6 – 7 Eylül Pogromları
“Bak ben sana bir örnek
daha vereyim. 1974’deki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D.
olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar
başarılı olabilir miydi?
Harekât başlamadan önce Özel Harp Dairesi devredeydi.
Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında
Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu
arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler,
halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük
teknelerle adaya soktular.
Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al.
-Pardon Paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı?
-Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi, Ve
muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı...(Paşam
bunları söylerken benden de soğuk terler boşanıyordu).
Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
-E, evet Paşam!”
(Fatih Güllapoğlu’nun Emekli Orgeneral Sabri
Yirmibeşoğlu ile görüşmesi; “Türk Gladio'su İçin
Bazı İpuçları”, Tempo Dergisi, S.24, 9-15 Haziran
1991, s.24-27 aktaran Recep Maraşlı)
Bağrından Helen medeniyeti fışkıran
Anadolu, gittikçe azaltılan ve en son ferdine kadar
tüketilmek istenen Helen sahiplerini 6 -7 Eylül
pogromlarından sonra, kısa bir zaman dilimi
içerisinde kaybetti. Vefakâr, çalışkan ellerinin
yarattığı sayısız değerlerini, taşınır, taşınmaz
mallarını, kiliselerini, mezarların, binlerce yıllık
tarihlerini hüzün ve gözyaşları içinde terk ettiler.
Suçları günahları olmadığı halde dövüldüler,
işkenceye maruz kaldılar, katledildiler, tecavüze
uğradılar, korkutuldular, insanlığın bittiği,
karanlığın çöktüğü bir mahşerde, yapa yalnız
kaldılar; öz be öz, gözlerinin bebeği kadar
sevdikleri binlerce yıllık yurtlarından sanki bir
düşman gibi kovuldular. Yok olma noktasına kadar
azaltıldılar.
Şimdi zulüm bizim kapımızda!
1915’ten 1955’e gelindiğinde aradan 40 yıl geçmiş.
Devlete egemen olan zihniyet, 40 yıllık etnik ve
mezhepsel yok etme harekâtını yeterli görmemiş.
İngiltere’nin sömürgeci çıkarları sayesinde devletin
eline yeni bir fırsat daha geçmiş. Kendinden
saymadığı vatandaşlarının ve komşusunun fırsatını
kollayan fırsat düşkünü zihniyet, masumun tepesine
bindiği gibi, sadece “yeni” bir etnik arındırma
harekâtını başlatmakla kalmamış, kendini, eninde
sonunda kuzey Kıbrıs’ın işgaline, sonuçta da
Ankara’ya bağlı kukla bir devlet (KKTC) ilanına
kadar götürecek olan “garantör” konumuna getirmiştir.
Tamamen bilinçli, öngörülü ve planlı olarak
tezgâhlanan 6 – 7 Eylül olayları, Cumhuriyetin
vitrininde duran büyük şehirlerdeki etnik
unsurlarının da son bir hamleyle yok edilmeleri
girişimiydi. Devlet, bu politikasını hem o günlerde
sürdürülmekte olan Kıbrıs görüşmelerinde bir şantaj,
hem de İstanbul ve İzmir’in kadim halklarından
kurtulmak için bir fırsat olarak kullandı.
Saldırılar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve
Yunanlılarca bir bomba atıldığı haberinin
yayınlanmasıyla birlikte başlamıştı.
“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının, Türk
devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğu daha
o günlerde Yunan makamlarınca ortaya çıkarılmıştı.
Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi’nde
burslu öğrenci olarak okuyan ve bir Türk ajanı olan
Oktay Engin ve Selanik
Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar
yakalanmışlardı. Yaptığı işi “kahramanlık” olarak
savunan bombacı Oktay Engin’in daha
sonra polislik görevine devam edip, Nevşehir
Valiliğine, Emniyet Genel Müdürlüğü Planlama Daire
Başkanlığına kadar yükseldi.
Olayların kapsamlı bir devlet politikasının ürünü
olduğu, 30 yıl sonra bir Türk generalinin (Org.
Sabri Yirmibeşoğlu) itirafı ile “Özel Harp
Dairesi” adına sahiplenilmiştir. General,
Kıbrıs’ın işgaline varan hazırlıkların da ÖHD’nin
işi olduğunu anlatmaktadır. “Özal Harp Dairesi”nin
Kıbrıs’taki örgütlenmelerinin başlangıç tarihi de
1955’e dayanır. Kıbrıs Türkleri içinde “Volkan”, “9
Eylül” gibi kontrgerilla örgütleri de bu tarihlerde
örgütlenmiş, 1958 yılında ise, bizzat Türk
Generallerinin örgütlediği “Kıbrıs Türk Mukavemet
Teşkilatı” adıyla merkezileştirilmiştir. 1974
işgaline kadar geçen süre içindeki “Özel Harp
dairesi”nin çalışmaları bu kanaldan yürümüştür.
Kıbrıs’ın işgal edilmesi imparatorluk
siyasetinin devamıydı
1950’lili yıllarda halen bir İngiliz sömürgesi olan
Kıbrıs’ta, bağımsızlık mücadelesi yükselmektedir.
Bağımsızlık mücadelesini daha çok Kıbrıslı Helen
yurtseverler üstlenmiş bulunmaktaydılar. “Bağımsız
Kıbrıs”ın sonuçta Yunanistan ile birleşmesine kesin
gözüyle bakan TC, bunu önlemek için Kıbrıs
bağımsızlık mücadelesine karşı, sürekli olarak
İngiliz yönetiminin yanında yer aldı. Sorunu
Birleşmiş Milletlere taşımadan kendi inisiyatifinde
çözmeye çalışan İngiltere Başbakanı Eden’in
önerisi ile taraflar, 29 Ağustos 1955’de Londra’da
düzenlenen bir konferansta bir araya geldiler.
İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları
Mc Millan, Stefanapulos
ve F.Rüştü Zorlu’nun katıldıkları
Londra Konferansı başarısızlıkla sonuçlandı.
Yunanistan Adanın bağımsızlığını ve “self
determination” hakkının tanınmasını istiyordu.
İngiltere ileri tarihlerde Anayasal bir özerklik
vermeyi öneriyor; TC ise Kıbrıs’taki statü
değişikliklerine karşı çıkarak, tek değişikliğin
Adanın Türkiye’ye verilmesi olabileceğini
savunuyordu. Zaten tıkanmış olan konferans o
sıralarda Londra’da görüşmelerde bulunan TC
Dışişleri Bakanı Zorlu’nun Selanik olayını kınayarak
ayrılmasıyla kesilmişti.
6-7 Eylül’de içe, Kıbrıs’ta dışa doğru gelişmenin
bir iç bağlantısı vardır; 1964 Bağımsız Kıbrıs’ta
Yunanistan’la birleşme politikasının ağırlık
kazanmasına karşılık; İstanbul’da Rum ve Ermenilere
ait gayri menkul ve Vakıf mallarının alınıp
satılmasına konan ambargoyla; 1974’de Kıbrıs’ın
işgal edilmesiyle İstanbul’da kalmakta direnen
Rumların da mal mülklerini bırakarak Yunanistan’a
göç etmeleri ile sürmüştür.
1923’te imzalanan Lozan antlaşması uyarınca Kıbrıs
üzerinde hiçbir hakkının olmadığını teyit eden
Türkiye, sömürgeci İngiltere’nin tetikçiliğini
kabullenerek, Kıbrıs üzerinde yeniden “hak sahibi”
olmayı başarmıştır. İngiltere, Kıbrıs’ta görülmesi
gereken bütün kirli işlerini (katliam, işkence,
sürgün, talan) tetikçisine bırakmıştır. TC
devletinin yardımıyla, bağımsızlığı için savaşan
Kıbrıs halklarının bölünmesini başarmıştır. Yüz
yıllardır bir arada yaşayan, biri birlerinin
dillerini bile konuşa bilen iki halkın arasına adeta
bir kama sokarcasına, bir “Türk-Rum” ayrımı
yaratarak, Kıbrıs halklarının kendi kaderini tayin
hakkına engel olmuştur. Böylelikle adadaki
sömürgeci varlığını bu günkü Avrupa birliği
koşulları atında bile sürdürmeyi başarmaktadır.
Bütün bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda,
6 – 7 Eylül pogromlarının vebalini de kısmen
omuzlarında taşıyan İngiltere’nin, 1915 soykırımını
en ince detaylarına kadar takip edip, bilen bir
devlet olmasına rağmen, neden hala tanımaya
yanaşmadığını anlamak herhalde zor olmayacaktır.
Eğer ki, Türkiye’nin demokrasi güçleri, ilerici
aydınları olarak bizler, İngiltere’nin, 25 Ekim
1921de Malta hapishanesinden salıverdiği İttihatçı
soykırım suçluları ile KKTC arasındaki bağı doğru
anlayabilirsek, tarihi geçmişimizle yüzleşmede de,
doğru bir çizgi yakaladığımızdan emin olabiliriz
demektir.
Soykırımı inkâr eden zihniyetin 6 – 7 Eylül
pogromlarını kabullenmesi mümkün değildir
6 –7 Eylül 1955. Henüz Tarih bile sayılmayacak
kadar yakın bir geçmiş. Olayların hem faillerinin
hem de kurbanlarının, çoğunlukla yaşadıklarını var
saymak, herhalde yanlış bir saptama sayılmaz.
Koskoca bir insanlık âleminin bildiği, yerli ve
yabancı yüzlerce ve hatta binlerce insanın tanık
olduğu, kendi ağızlarından aktarılan yukarıdaki
itirafların yanı sıra, kendi görüntüledikleri
fotoğrafların bile tüm çıplaklığı ile ortaya serdiği
bu gerçekler nasıl inkâr edilebilir? Bu
kadar ayan beyan olan bir gerçeği bile inkâra
kalkışan bir zihniyetten, toplumun geçmişi ile
yüzleşmesi önündeki engelleri kaldırmasını beklemek
ne kadar mantıklıdır? Hiçbir vicdani
kaygı taşımaksızın, daha “dün” sayılabilecek bir
insanlık suçu olarak 6 – 7 Eylül pogromlarını,
insanlığın gözüne baka baka inkâr edenlerin, 1915
soykırımı konusunda gerçekleri itiraf etmesi
beklenebilir mi?
Eğer ki, devlet erkinin, gerçeklerin kamu
vicdanında yargılanmasına zerre kadar tahammülü
olsaydı, sivil toplum örgütlerinin (Tarih Vakfı,
İnsan Yerleşimleri Derneği ve Helsinki Yurttaşlar
Derneği), geçmişimizle yüzleşme babında çok
ağırbaşlı, mütevazı bir girişimi sayılması gereken 6
– 7 Eylül fotoğraf sergileri, hem de açılış gününde
eli sopalı çapulcuların baskınına uğramazdı.
Türkiye’den 2500 km uzakta olan Frankfurt kentinde
düzenlenen benzer bir serginin (İHD’nin yardımıyla
SKD tarafından organize edilen ve aynı temayı
işleyen “Utandıran Tarih” adlı fotoğraf sergisi)
organizatörlerine, sürmanşetten “Ateşle
oynadıkları” tehdidi savrularak, gözdağı
verilmek istenmişti. (Bkz. 27 Şubat 2002 tarihli
Hürriyet Gazetesi Avrupa eki)
6 – 7 Eylül pogromlarının üzerinden de 50 küsür
yıl geçmesine rağmen zihniyet değişmemiş; ne
pogromcu güruhun ne de onları sevk ve idare eden
kriminal çetelerin, alışkanlıkları, davranışları
değişmemiş. Teşkilat-ı Mahsusa (Özel Örgüt), Özel
Harp Dairesi olmuş. Yalanın ve iftiranın karşısına,
gerçeklerle karşı durma yetersiz kaldığından, kin ve
nefret tohumları her yerde yeşerme imkânı bulmuş;
toplumumuz biraz daha kirlenmiş, değişim olarak
kabullenmemiz gereken bir gerçek varsa o da,
katillerinizin yaşları biraz daha küçülmüş. Artık
1955’te yarattıkları tabloya, başka bir deyimle
kendi yüzlerine bakamayacak kadar insanlıktan
uzaklaşmışlar. Irkçı histeriyle şuurunu kaybetmiş
vaziyette yine insanlığın karşısına ellerinde
sopalarla çıkmışlar. Jenosit araştırmacıları bu
durumu (kronikleşen soykırım inkârını),
“soykırımın en son aşaması” olarak
tanımlıyorlar. Artık rejimin son çaresi, geçmişte
işlediği soykırım ve insanlık suçlarını, yeni
insanlık suçları ile örtbas etme çaresizliği
olmaktadır. Geleneksel olarak kitle katliamları
ile bastırılan Kürt isyanları (doğrusu halkın
kendini savunma hareketleri), Trakya’da tezgâhlanan
anti-Yahudi pogromlar, Dersim’in Kızılbaş
Alevilerine vurulan soykırımcı darbe, Müslüman
olmayan halkları maddi ve manevi çökertmek için
çıkartılan ırkçı “varlık vergisi”, 6 – 7 Eylül
pogromları, Kıbrıs’ın işgali, Çorum, Maraş, Sivas
pogromları, insanlığa karşı işlenmiş suçlar
zincirinin hiç kopukluk arz etmeyen birer
halkalarıdır. Bütün bu olaylar, 1915 soykırımı
ile tepeden tırnağa kirlenmiş bir rejimin kendine
baskı, terör ve kitle katliamlarıyla “meşruiyet”
kazandırma eylemleridir.
Ancak şunu unutmamak gerekir ki, insanlığın bir
tahammül sınırı vardır. İnsanlık, soykırımı, terörü,
işkenceyi, devlet politikası yapan ve girdikleri her
yeri kan gölüne çeviren maceraperestlere haddini
bildireli aradan henüz 62 yıl geçmiştir. Tüm dünyayı
kana, ateşe boğan Almanya ve Japonya’nın kendi
toplumlarını da, felaketlere sürükledikleri
unutulmamalıdır. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlar
konusunda benzer konumda olduğu bilinen Türkiye
Cumhuriyeti’nin, sanki hesap vermekten ebediyen muaf
tutulacağını sanılmaktadır. Tahammül sınırının,
Türkiye için geçerli olmadığını düşünenler müthiş
bir yanılgı içindedirler. Eğer ki, Türkiye 1915’ten
devraldığı inkâr ve imha siyasetinde ısrar ederse,
hiç hesap etmediği bir bedelle karşılaşabilir. Bu
bedeli, kuşkusuz günün koşulları, güçler dengesi
tayin edecektir. Fakat bu faturanın, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ta kendisine mal olmayacağının da,
hiç bir garantisi yoktur.
Barış ve halkların dostluğu için mücadeleden başka
seçeneği olmayan insan hakları savunucuları,
ülkelerinin toplumsal gerçeklerini doğru algılamak
ve buna uygun çözüm önerileri sunmak zorundadırlar.
Bizler geleceğimizin göz göre göre ateşe atılmasına
seyirci kalamayız. Soykırımların, kitlesel
kıyımların, pogromların mağdur ettiği halklara çamur
ve iftira temelinde, tarihi gerçeklerin inkârı,
geleceğimizi ateşe atma politikasıdır. Bu pervasız
çılgınlığa “DUR!” demek için
Türkiye sivil toplum örgütlerinin, ilerici
insanlığının, aydınlarının, insan haklarına saygılı
her ferdinin, insanlık adına bir sivil seferberlik
başlatmaları gerekmektedir. Bunun için fazla “büyük”
laflara gerek yoktur. Yürekten gelen davranışların
gereği atılacak her küçük adım, ırkçılığa verilecek
en anlamlı cevap olmanın yanı sıra, geleceğimizin
teminatı olan barışın ve dostluğun da, temel taşları
olacaktır.
Örneğin, Tarih Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği
ve Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin, ortak çalışması
olan "50. Yılında 6 – 7 Eylül Olayları" fotoğraf
sergisi, İstanbul’un dışına çıkarılması, Türkiye ve
Türkiye-Kürdistan’ı şehirlerinin tümünde
düzenlenmesi, bunun için somut bir adım olabilir.
Yeter ki, uzun erimli bir mücadelenin başlatılması
için somut adımlar atılsın. Mücadelenin seyri içinde
doğru yöntem ve araçların çeşitliliği ortaya
çıkacaktır. Halkların sağduyusu ve gerçeklere olan
saygısı, eninde sonunda sorumlu mercileri doğru
tavır takınmaya mecbur kılacaktır.

7 Aralık 1970 Varşova, Soykırım Anıtı önünde
Kurbanların anısı için diz çökerek Alman halkı adına
özür dileyen
Federal Almanya Baş Bakanı Willi Brandt : İktidar ve
Muhalefet politikacılarımıza örnek olması dileği ile
Gerçeklerle yüzleşmek, hatalarından ders
çıkarmak, soykırımlara ve pogromlara maruz kalmış
halklardan özür dilemek, açılan yaraları sarmak için
maddi ve manevi özveride bulunmak, temsil ettiği
devletin meşruiyetinden kuşku duymayan medeni
cesaret (Civil Courage) sahibi dürüst devlet
adamlarının işidir. Türkiye’nin soykırım
inkârcılarına, pogrom kışkırtıcı çetelere değil;
vicdanı temiz, topluma gerçekleri anlatacak ve
mağdur halklardan özür dileyecek kadar cesur
politikacılara ihtiyacı var!
0049/69/5970813; E-Mail:
skd@gmx.net
İTİRAF EDİLMİŞ
BİR İNSANLIK
SUÇU OLARAK 6 -7
EYLÜL POGOMLARI
VE ÇIKARILMASI
GEREKEN DERSLER
Soykirim
Karsitlari
Dernegi (SKD);
Kontakt: Ali
Ertem Tel.:
0049/69/5970813
E-Mail:
skd@gmx.net
Bu e-Posta
adresi istek
dışı postalardan
korunmaktadır,
görüntülüyebilmek
için JavaScript
etkinleştirilmelidir
Verein der
Völkermordgegner
e.V. Frankfurt /
Main
6 – 7 Eylül
pogromları,
devletin
zirvesindeki
yetkililerin,
askeriye ve
emniyet
teşkilatları
sorumlularının,
üst düzey
istihbarat
elemanlarının,
itiraf ettikleri
bir insanlık
suçu olarak,
artık Türkiye
toplumunun da
neredeyse birçok
ayrıntıları ile
bildiği bir
gerçek haline
gelmiştir.
Bu konuda
her ne kadar
Yunanistan
kaynakları
yeteri kadar
bilinmese de,
Türkiye’de son
on yılı aşkın
bir süredir
yürütülen
tartışmalar,
yapılan
araştırmalar,
yüzlerce ve
hatta binlerce
görgü
tanıklarının
ifadeleri,
bizzat resmi ve
sivil
organizatörlerin
kendi itirafları
“6 – 7 Eylül
olayları” olarak
nitelenen
pogromların
gerçek yüzünü,
politik arka
planını, bir
hayli gün
ışığına
çıkarmıştır.
6 – 7 Eylül
pogromlarının,
1915’te zirveye
ulaşan İttihatçı
soykırım
politikasının
doğrudan bir
devamı ve önemli
ölçüde de, aynı
kadroların sevk
ve idare ettiği
bir insanlık
suçu olması
bakımından,
gerekli
derslerin
çıkarılabilmesi
için doğru
algılanması
gerekir. Dönemin
Cumhurbaşkanı
Celal Bayar,
birinci dünya
savaşı
arifesinde ve
savaş sürecinde
Akdeniz ve Ege
sahillerinin
özellikle de
Helenlerden
“arındırılması”
görevini yürüten
soykırım
sabıkalı bir
Teşkilatı
Mahsusa
kadrosudur.
Gerek DP
hükümetinin
gerekse onun ana
muhalefeti
konumundaki
CHP’nin Celal
Bayar ve İsmet
İnönü gibi
kıdemli
ittihatçıları o
dönem iş
başındadırlar.
6 – 7 Eylül
pogromları,
soykırım
sabıkalı bir
egemenliğin,
gerektiğinde bu
tür insanlık
suçlarını tekrar
tekrar
işleyeceğine
dair, insanlığı
doğrudan tehdit
etmesi, fütursuz
itiraflarda
bulunması
bakımından
unutulmaması
gerekmektedir.
Henüz 6 – 7
Eylül
pogromlarının
kabusu bitmeden
AP dönemi 1.
Başbakanı S.
Hayri
Ürgüplü’nün,
’Kıbrıs’ta bir
Türk ölürse
Istanbul’da ne
olabileceği
hakkında garanti
veremem.
Korkarım 6/7
Eylül olayları
gibi olaylar
olabilir’
türünden
demeçlerde
bulunmasını
başka türlü
yorumlamak
mümkün değildir.
Benzer örnekler
çoğaltılabilr.
12 Eylül cuntası
şefi Kenan
Evren’in
“sabrımızı
taşırmasınlar”
diye Ermeni
Halkını tehdit
etmesi, TSK’nin
Kürtleri “sözde
vatandaş” ilan
ederek her türlü
hak ve hukukun
dışında görmesi
vs.
6 – 7 Eylül
pogromları, TC
egemenliğinin
yayılmacı
karakterini
göstermesi,
bunun için büyük
güçlerin kirli
iş
bitiriciliğini,
bir başka
ifadeyle
tetikçiliğini
üstlenmekten
çekinmediğini
bilince
çıkarması
bakımından
tarihte önemli
bir yere
sahiptir. TC’nin
kuklası KKTC,
İngiltere ile iş
birliğinin bir
sonucu olarak
1974 işgal
harekâtı
sayesinde
kurulmuştur.
Temeli ada
halkının sürgün
edilmesine, mal
varlığının
talanına ve
katline
dayanmaktadır.
Komşu ülke
topraklarının
ilhakı hem
toplumsal
(iktidarı
muhalefeti,
meslek
örgütleri, sivil
toplum
kuruluşları vs.)
hem de uluslar
arası kirli
ittifaklar
sayesinde
gerçekleştirilmektedir.
Adanın işgaline
yeşil ışık yakan
diğer büyük
güçlerin yanında
İngiltere
başrolü
oynamıştır.
Adadaki
stratejik
varlığını
sürdürmesi ve
Kıbrıs
halklarının
bağımsızlık
harekâtını
bastıra bilmesi
ancak böyle bir
ittifak
sayesinde mümkün
olabilmiştir.
6 – 7 Eylül
pogromları, TC
egemenliğinin
100 yılı aşkın
bir süredir
uygulaya geldiği
baskı ve zulüm
politikasını
maskelemek için
yalana ve
iftiraya dayalı
propagandada
sınır
tanımadığını,
kitleleri
galeyana
getirerek kirli
emellerine alet
etmede, ne kadar
paspaye olursa
olsun hiçbir
yöntemden
çekinmediğini
göstermesi
bakımından çok
öğreticidir.
Kışkırtılan
pogromların
hedefine
ulaşması (somut
durumda
Kıbrıs’ın
işgaline giden
yolların
hazırlanması,
Müslüman olmayan
halkların
ülkeden
kovulması, mal
varlıklarının
yağmalanması )
için hep aynı
yönteme
başvurulmaktadır.
Mustafa Kemal’in
doğduğu evin
bahçesine bizzat
kendi
organizasyonu
olan bomba atma
fiilini Helen
halkına mal
etmeye
kalkışması,
organize ettiği
pogromları
solcuların,
komünistlerin
üzerine atmaya
kalkışması, aynı
geleneğin
devamını
göstermektedir.
Abdülhamit
döneminden
günümüze kadar
gerçekleştirilmiş
soykırımların,
irili ufaklı
pogromların
hazırlanıp
uygulanmasında
hep aynı
yöntemlere
başvurulmuştur.
Egemenliğin
özünde taşıdığı
yeni
soykırımlara ve
pogromlara açık
suç
potansiyelinin
doğru
anlaşılması
açısından büyük
bir önem
taşımaktadır.
Günümüzde
asker cenaze
törenlerinin
bilinçli olarak
faşizmin birer
gövde
gösterisine
dönüştürülmeye
çalışılması,
İstanbul’da
soykırımların ve
pogromların
mağdur ettiği
halkların
kapılarına
karanlık
güçlerin yeniden
işaretler
koymaya
başlaması,
tehlikenin
ciddiyetini
açıkça
göstermektedir.
Dönemin
Başbakan
yardımcısı Fuat
Köprülünün
meclis konuşması
ve onu paylaşan
yandaşlarının
nasıl birer
iftiracı pogrom
suçluları
olduklarını ele
vermesi
bakımından ibret
vericidir:
“İzninizle şimdi
saldırıların
kendisi hakkında
konuşacağım.
Kıbrıs meselesi
nedeniyle tahrik
edilmiş gençler
ve
vatanseverler,
olayların
çıkmasından
sorumludur.
Özellikle
gençlik çok
hırçın tepki
vermiştir. Diğer
taraftan basın
provoke
etmiştir.
Selanik patlayan
bombanın da
haberi gelince
nihayet bir
fırsat
doğmuştur.
Komünistler
hareketin
arasına karışıp
gençlerin
vatansever
gösterisini
kullanarak,
yıkıp
yağmalamışlardır.
Bu olaylar aylar
öncesinden
planlanmış
olmasaydı
böylesi bir
saldırı mümkün
olmazdı. (…)
Saldırının şekli
ve hedefleri
doğru
incelenirse,
burada söz
konusu olanın
yalnızca
komünist bir
komplo olduğu
görülecektir.
(Dilek Güven:
Cumhuriyet
Dönemi Azınlık
Politikaları
Bağlamında 6 – 7
Eylül olayları
Sf. 32)
Oysa sonraki
yıllarda bizzat
Özel Harp
Dairesinin
komutanlarından
olan Orgeneral
Sabri
Yirmibeşoğlu,
6/7 Eylül
olaylarının Özel
Harp dairesi
tarafından
yapılmış
muhteşem bir
organizasyon
olduğunu ve
amacına da
ulaştığını
belirtmiştir.
Bir başka
itiraf da bu yıl
27 Mayıs’ın
darbeci
subaylarından,
eski Turizm
Tanıtma Bakanı
ve CHP’de
çeşitli
yöneticilik
görevleri yapmış
olan ve halen
Cumhuriyet
gazetesinde
yazmakta olan
Orhan Birgit’den
geldi. Birgit
6-7 Eylül
pogromlarının
sevk ve
idaresinde perde
önünde önemli
işler gören
“Kıbrıs Türktür
Cemiyeti”nin
yöneticisiydi ve
cemiyet pogrom
kışkırtcı
bildiriler
yayınlamıştı.
Birgit, Vatan
Gazetesi’nde
Senem Altan’la
yapılan
roportajında
“Atatürk’ün
Selenik’teki
evine bombayı
MİT’in
attırdığını ve
olayların
büyüdüğünü”
(Vatan,
08.02.2009)
belirtti.
6 – 7 Eylül
pogromları,
işlenen insanlık
suçuna toplumun
iştirakı
bakımından da
incelenmesi
gereken önemli
bir linç
hareketidir.
Daha önceki
soykırım ve
pogromlarda
olduğu gibi,
devletin baskı
ve şiddeti
karşısında
secdeye duran
toplumun,
katledilmiş,
azaltılmış,
sonuçta savunma
mekanizması yok
edilmiş bir
“azınlığın”
başına nasıl
çullandığını
göstermesi
bakımından doğru
değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Burada dini ve
ulusal
önyargıların
nasıl bir rol
oynadığı çok
bariz
görülmektedir.
Çünkü toplum,
üzerinde
yaşadığımız
toprakların
kadim halklarını
“vatanın
bağrında bir ur”
olarak gören
zihniyete uygun
olarak
eğitilmektedir.
Bu ülkenin
komünistlerinin
devrimcilerinin
en büyük zaafı,
insanlığa karşı
işlenmiş
suçların en
ağırı olan
soykırım
suçlarını nazarı
dikkate
almamalarında,
kitleleri bu
denli ağır
insanlık
suçlarına karşı
duyarlı kılmak
için gereken
çabayı
göstermemelerinde
aramak gerekir.
Tarihlerindeki
soykırım suçları
ile yüzleşemeyen
ilerici insanlık
hareketlerinin
“halkçı”
(populist)
söylemlerle,
sefalet
edebiyatı ile
çıkarlarını
savunduğu sınıf
ve tabakaların
ırkçı propaganda
etkilerine karşı
bağışıklık
kazanmalarına
yardımcı
olmaları
imkânsızdır.
Irkçılıkla
zehirlenmiş bir
toplumun
işçileri ve
emekçi yığınları
devrimlerin
öznesi değil,
ama
soykırımların ve
pogromların
aleti olurlar. 6
-7 Eylül
pogromları bu
acı toplumsal
gerçekliğimizi
anlamak için
bize bir
derstir.
Özellikle de
İstanbul ve
İzmir’de
pogromcu
güruhlar
harekete
geçirildiğinde,
Müslüman olmayan
komşularını
korumak için
hiçte
azımsanmayacak
soylu bireysel
çabalarda
sergilenmiş olsa
da, yıkımı,
yağmayı,
tecavüzleri ve
katliamları
önlemede tamamen
yetersiz
kalmışlardır. 6
– 7 eylül
pogromlarına adı
karışan şu
kuruluşlara bir
göz attığımızda
suça iştirakın
toplumsal
niteliği açıkça
görülebilir:
“İstanbul basını,
üniversite
gençliği,
Kıbrıs Türktür
Cemiyeti,
Atatürk`ün evine
bomba koyanlar,
olaylara seyirci
kalan emniyet
güçleri, Anadolu`dan
getirilen eli
sopalı adamlar,
Şoförler
Cemiyeti,
İşçi Sendikaları
ve
DP
yerel örgütleri
6 Eylül gecesi
İstanbul`da
yaşananları tek
başlarına
gerçekleştirme
imkanına sahip
değillerdi.”
(Ayhan Aktar:
http://www.tumgazeteler.com/?a=1005709)
6 – 7 Eylül
pogromlarına
dair üzerinde
fikir
yürütülecek,
tartışılacak
yüzlerce ayrıntı
söz konusudur.
Her bir ayrıntı
sabırlı bir
çalışma sonucu
teker teker
bilince
çıkarılarak,
kamuoyu ile
paylaşılmalıdır.
Ancak, yukarda
özetlemeye
çalıştığımız
tespitlerden
“çıkarılması
gereken en
önemli sonuç
nedir?” sorusuna
kısa da olsa,
üzerinde
düşünülmesi
gereken bir
cevabımız olmak
zorundadır.
Bizler
açısından
tartışma,
1915’in
İttihatçı
egemenlik
zihniyetinde
hiçbir kopukluk
olmaksızın devam
ettiren devlet
gerçekliğidir.
Tarihinin
karanlık
sayfaları ile
yüzleşme
talebini “suç”
ve “hakaret”
sayan egemenlik
anlayışıdır.
Bizzat kendi
mahkemelerinin
yargılayarak
ölüm cezalarına
çarptırdığı
savaş ve
soykırım
suçlularını
kutsayan,
adlarını
meydanlara
okullara
bulvarlara veren
devlet
anlayışıdır.
Bizim
açımızdan esas
tartışma,
1915’ten bu yana,
egemenliği
altında bulunan
“kendi”
halklarına karşı
örgütlenen, 100
yıldır
soykırımların,
pogromların
açtığı derin
yaralardan, acı
ve gözyaşından
başka bir eser
bırakmayan bir
devletin
meşruiyet
sorunudur. Türk
aydını,
devrimcisi
ilericisi,
liberali, insan
haklarına
saygılı bilumum
gerçek
muhalefeti, bu
soruna kafa
yormak
zorundadır.
|
|